İstanbul’a ilk geldiğimde böyle Polat Alemdar gibi Kız Kulesi’nin karşısına geçip silüetine adanan efsaneleri dinlerdim. O zamanlar Üsküdar Sahil şimdiki gibi boydan boya yürüyüş alanı değildi. Kulenin karşısına sıralanmış büfeler kıyıyı sedirlerle doldurmuştu. Dönemin tartışmalarında o sedirlerin çok kötü bir görüntü olduğunu söyleyip kaldırılması yönünde çalışmalar başlattılar. Ama ben bayılırdım orada oturmaya. Üzerime bir şal alıp ayaklarımı uzatmak, Kız Kulesini izleyerek çay yudumlamak aşırı mutlu ediyordu beni. Hatta ruhumun en sıkıldığı zamanlarda oraya koşar, kalabalığın arasına karışır, kafa dinlerdim. O bayağılık, herkesin şikayet ettiği kalabalık bana kendimi iyi hissettirirdi. Bu olayı da hiç anlamıyorum zaten. 16 milyonluk bir şehirde yaşayıp, şehrin en ünlü mimarisinin önündeki kalabalıktan yakınıyorsun. Git Bayburt’ta falan yaşa o zaman. Türkiye’nin en az nüfuslu şehri, her şeyden şikayet edenler için biçilmiş kaftan..
Şimdi dümdüz olan o sahil yolu o zaman her köşede sedirleriyle hep kalabalıktı. Bende özellikle bu şehirdeki ilk senemde koşup giderdim dillere destan Kız Kulesi’ni izlemeye. Kulenin boğazın ortasındaki yalnızlığı beni müthiş etkilerdi. Üsküdar’a yakın, Avrupa’ya uzak öylece dalgaların arasında dimdik duruşuna mest olurdum. Ben zaten bayılırım böyle şeylere biliyorsunuz, betimleye betimleye büyütürüm en ufak dramı gözümde. Yazarlık özelliği, ne yaparsınız.
İşte bu sahil kenarı böyle kalabalık olunca sayısız çiçekçi, kağıt helvacı, midyeci dolardı etraf. İki saniye dalsan kuleye, biri dürter ‘Bir gül vereyim ablama be, şu güzelliğin şenlensin’ der, hayallerinin ortasına girerdi. Bir zaman sonra, insanlar çok rahatsız olunca pazarlama çalışmalarında yeni stretejiler geliştirmeye başladılar. Kağıt helvacılar adeta birer Dostoyevski oldular, en deli aşkların hikayelerini anlattılar. Kağıt helvadan nefret eden ben, sırf o hikayeleri dinleyeyim diye bir dünya kağıt helva satın aldım. Birinin anlattığı diğerinin hikayesinden farklı olunca dinlemek hep çok heyecanlı geldi bana. Her seferinde bir başka hikaye duyarım umuduyla aldım o helvaları. Prensesin üzümlerin arasına karışan yılan yüzünden ölmesi, Leandros’un boğularak can vermesi, Battal Gazi’nin kız kaçırma girişimi.. Heyecanla dinler dururdum, hatta ezberlerdim hikayeleri.
Ama içlerinden en sevdiğim, en inandığım, hatta uzun süre, uğruna Galata’ya çıkmayı reddettiğim hikaye, İstanbul’un en imkansız masalı.. Galata ve Kız Kulesi’nin uzaktan uzağa aşkı.
En bilindik olan efsane bu zaten. İstanbul’a ayak basıp şöyle bir Boğaz’ı izleyeyim dediğinizde usulca yanınıza biri sokulur ve masalsı bir ses tonu ile ‘Galata Kulesi kız kulesine aşıkmış..’ der ve girer söze. Hiç şaşmaz. Hatta itiraf edeyim bunu defalarca yaptım bende. Bayılıyorum çünkü ortamı romantize etmeye. Bir de böyle anlatınca, insan kendini daha bir ait hissediyor bu şehre. Ayy hadi geçelim o efsanevi aşk hikayesine.
Biri tüm şehri gözetleyen, biri Boğaz’ı süsleyen.. İstanbul’un güzelliğinde yapayalnız iki kule.
Gündüzü ayrı gecesi ayrı güzellikte Kız Kulesi’ni nice aşıklar seyretmiş yıllar boyu. En doludizgin aşklara, gözleri parıldayan aşıklara ev sahipliği yapmış Salacak Sahil. Sevdalısını alan, aşkını İstanbul’a haykırmak isteyen herkes oturmuş karşısına, seyrine dalmış. Kız Kulesi de uzaktan uzağa onlara bakıp yalnızlığına ağlamış. Her izlediği aşkta kendi yalnızlığını hissetmiş. Hissettikçe daha çok kapanmış içine. Zamanla ışıltısını, neşesini kaybetmiş. Sonra bir gün İstanbul’un güzel manzarasında, uzaklarda bir kule yükselmiş. Tüm ihtişamıyla Galata Kulesi karşısına dikilmiş. Heybeti öyle büyükmüş ki Kız Kulesi görür görmez kendini kaybetmiş. Ama imkansızmış bu aşk. Arada koca boğaz ve engin dalgalar oldukça kavuşmak hayalmiş. Kız Kulesi yalnızlığını, Galata’nın ihtişamına sunmuş, aşkına kavuşamadıkça solmuş. Galata’da onu böyle gördükçe kahrolmuş. Belki bir gün diyerek, imkansıza umut biçerek mektuplar, şiirler yazmış Kız Kulesi’ne. Belki bir gün ulaştırırım umuduyla nice satırlar kaleme almış. Onun güzelliğini, imkansız da olsa aşkını haykırmış.
Sonra bir gün Hezarfen Ahmet Çelebi Galata Kulesi’ne çıkmış. Amacı Üsküdar’a uçmakmış. Galata Kulesi, Ahmet Çelebi’ye aşkını anlatmış. Yazdığı mektupları, imkansız sevdasını.. Hezarfen dayanamamış bu aşıkların haline, almış bütün mektupları ve şiirleri yanına, atlamış kuleden. Ama rüzgar çokmuş, oradan oraya savrulurken tüm mektuplar dağılmış İstanbul Boğazı’nın o serin sularına. Galata Kulesi sevdasının denize döküldüğünü görünce ne yapacağını şaşırmış. Üzüntüsü bütün ihtişamını karartmış. Heybetini keder ve hüsran kaplamış. Dalgalar dayanamamış Galata’nın mutsuzluğuna. Mektupları almış, Kız Kulesi’nin eteklerine bırakmış. Anlamış Kız Kulesi Galata’nın da ona aşık olduğunu. Başlamış martılarla birlikte şarkı söylemeye.. Galata denizin tam ortasından gelen şarkının huzuruyla parlamış. Aşkının karşılıksız olmadığını öğrenip, Kız Kulesi’nin güzelliğini seyre dalmış. Günden güne güzelleşmiş iki kule ve ilham olmuş bu şehirde birbirini sevenlere..
Sen Kız Kulesi,
Tüm zamanların en güzel prensesi.
Ve bense Galata,
Bir deli aşık, şu fani dünyada.
İşte böyle. Galata Kulesi, tarih içinde zaman zaman aşkından yanar kavrulur. Kimi zaman da çaresizlikten yıkılır durur. Her seferinde söndürürler yangınını. Tekrar tekrar inşa ederler. Galata her yükselişinde bir daha görür Kız Kulesi’ni, bir kez daha aşık olur ona. Hiç bıkmaz, asla usanmaz. Buradan gelir İstanbul’un en bilinen rivayeti. Tılsımı bu imkansız aşktan, Galata’nın her seferinde yeniden Kız Kulesi’ne tutulmasından gelir. Aşkınız, bu iki kulenin şahitliğinde mühürlenir.
Galata Kulesi’ne kiminle çıkarsan, onunla evlenirsin.
Tüm bu hikayeyi her seferinde aynı heyecanla dinleyip, Galata’ya ilk kez annemle çıkmıştım. Çünkü bazı rivayetler sadece hikayelerden ibarettir. Ayrıca burası İstanbul, kulenin önündeki sırayı görseniz, evlenmenin beklemekten daha kolay olduğunu siz de bilirsiniz. Ama hala bu iki kuleyi her görüşümde içimde aynı güzel duyguyu hissediyorum. Bence rivayet günümüze, değişerek gelmiş olmalı. Aşkı mühürleyen o terasa çıkmak değil, bence bu tılsım o eşsiz manzaraya ne zaman baksan, hatırladığın insan. İmkansız, uzak, yorgun o iki kule ve bu efsane sana kimi anımsatıyorsa, aşkının tılsımı orada. Çünkü herkes bu güzel hikayeyi anlatıp dursa da aşkına çare bulamayan nice insanın intiharı var Galata’da. Tılsım o terasta olsa, onca insana mezar olmazdı Galata.
O yüzden tüm bu romantizmin sonunda, evlenme umuduyla Galata’ya koşmanıza hiç gerek yok. Kulenin yıllarca bu sevdadan canı çıkmış zaten. Yaşamadığı felaket kalmamış. Bir de her gün yüzlerce insan koşa koşa çıkıyor, hangi birine tılsımını bölüştürecek. Aşkı rivayetlerde değil, hissettiklerinizde arayın. Hayat bazen bizim dramalarımızdan daha uzak. Daha kolay. Daha basit. Bir blog yazarı çok güzel bir cümle kurmuş bu konuda. Onu da buraya iliştiriyor, yazıyı sonlandırıyorum.
‘Sizlere naçizane tavsiyem; canım kule zamanında yeterince ızdırap çekmiş bir de bu müşteri çekmek için uydurulan rivayetlere inanıp kuleyi daha fazla üzmeyelim. Efendi efendi manzara bakmaya, bir iki fotoğraf çekilmeye gidelim o kadar. Tek beklentimiz Mikail’in sunacağı güzel hava şartları ve belki martıyla yakalanan bir iki güzel kadraj olsun.’