14. Yıl Özel: Hikayenin Esas Kızı

Mucizelere inanır mısınız? İnanın, çünkü bu okuduğunuz satırlar benim en büyük mucizem. 13 yaşımdan 14 yıllık bir emanet bugün kalemimden dökülenler. Hayatımı değiştirecek, yaşamımın sonraki 14 yılında hiç ummadığım kapılar aralayacak bir adımın mucizesi. 26 yaşında, en dürüst halimle 14 yıl öncesini anlatacağım şimdi size. Beni buraya, bu gökyüzünün altına getiren nedeni, uzunca bir zaman kendimle bile konuşmaktan kaçtığım o hikayeyi..

Hayatınızda hiç zorbalığa uğradınız mı bilmiyorum ama ben, bugün olduğum kadından çok çok uzakta, 13 yaşımda o zamana göre çocukluğumun en berbat dönemlerinden birini geçirdim. Bugün bile yüreğimi sızlatır o yalnızlık, bugün hala içimde bir parça hissediyor o üzüntüyü sanki. Çocukluk travmaları unutulmaz derler. Şimdi buradan, bu kadar yetişkin bir bakış açısından dönünce geçmişe diyor ki insan ”Ne saçma, ne gerek varmış ki bu kadar üzülmeye” ? Ama ya o zaman? Henüz küçücük bir çocukken insan, hayatında akran zorbalığı denilen şeyin öyle büyük bir önemi var ki, tüm duygularınızı ucu başkalarının elinde olan bir pamuk ipliğinde yaşıyorsunuz sanki. Ben 13. yaşımın bir dönemi babamın işini bile sesli söyleyemediğim, başarılarımın arkasından ‘Ben kazandım’ diyemediğim, üzerime basıp geçenleri yerin dibine gömemediğim kadar büyük bir zorbalık gördüm. Mutsuz ailelerin mutsuz çocuklarının öfkesini kusabilecekleri bir aracı olarak buldum kendimi. Öylece, nedensizce. Belki kıskançlıktan, belki benim farkında olmadığım bir hatamdan. Çocuk kalbimi paramparça edecek kadar canice bir dışlanmanın, sürekli kötü hissettirme çabasının içinde yapayalnız kaldım. Her şey nasıl başlamıştı, nasıl o kadar yalnızlaşmıştım bilmiyorum ama bana hissettirdikleri o hissi unutamıyorum.

Tercümesi zor bir şeye dönüşür yaşamBölünür sofram, içimde endişe dövüşür hırslaO gün üstümde gökyüzü parlar..
Yiter gerçekliğin, her gece de şüphe hükmünü sağlarKaybolur yastığın, sökülür yorganAh, görmüyor onlar.

Annem bizi yetiştirirken alçak gönüllü olmamız için çok çaba gösterdi. Özür dilemek, bizim için sadece hatalı olduğumuzda yaptığımız bir şey değildi. Ufak hatalar için de, büyük yanlışlar için de pişmanlığımızı muhakkak bir özürle taçlandırmamız gerekirdi. O yüzden ben annemin bir bakışından, kaşını bir kez kaldırışından huzursuzlanan bir çocuktum hep. Çünkü bilirdim ki kendimi savunmam değil, özür dilemem gerekecekti. Kendimi haklı bulmam ya da yaptığım yanlışın arkasında durmam değil, sonucunda gönül almam, kabullenmem önemliydi. Bence yanlış, belki annem o zaman doğruyu öğretmek istedi ama bende bunun izi pekte öyle iyi hatırlanacak gibi değildi. Bu yüzden bugün bile bir problem karşısında, öfkeden, sinirden, sevinçten, üzüntüden, her şeyden önce gözlerim dolar. Savaşmayı beceremem, gözümden yaş akmadan ifade edemem kendimi.  Sanki içimde bir yerde hep özür dilemek zorundaymışım gibi hisseder, gözyaşlarımı zayıflık olarak görenlere küser, kendime yazık ederim. Beceremem ağlamamayı, işte bu da böyle bir refleks bende. O zaman da öyleydi. Gözyaşlarım, bana karşı aldıkları her tavrı daha da körükledi.

13 yaşında, bu duygusallığın ve ergenliğin başlangıcında okul hayatımın tam ortasında dışlanmaya başladım. Bugün adını bile anmayacağım statüde, yanımdaki sandalyeye bile oturamayacak kalitede insanlar bir dönem hayatı zindan ettiler bana. Doğrularımı yanlış, yanlışlarımı kabusa çevirdiler. Boğazımda bir düğümle okul sırasında bacaklarımı birbirine doğru sıkıştırma alışkanlığı kazanacak kadar hayal kırıklığı doldurdular çocukluğuma. Babamın mesleği sorulduğunda ‘fabrikatör’ demenin kötü bir şey olduğuna inandırdılar beni. Annemin okul aile birliğinde olmasından nefret etmemi sağladılar. Giydiğimden, gezdiğimden, söylediğimden, yeteneklerimden, beceriksizliklerimden.. Benimle ilgili olan her şeyden üzerime gelecek bir neden yarattılar kendilerine. Ne söylesem dert, ne yapsam kabahat oldu. Aradığım her çarenin sonucunda zorbalık daha da arttı, çaldığım her öğretmenimin kapısında kimse maruz kaldığım bu psikolojik savaşın benim hayatıma etkisini anlamadı. Önce kendimden sonra da okuldan soğuttular beni. Onlar üstüme geldikçe ben daha da yalnızlaştım. Savunamadım kendimi ya da savunduğum kadarı yetmedi, bilemiyorum. Ama dışlanmanın ne demek olduğunu hatırlıyorum. Öyle bir köşede yapayalnız oturduğum bir dışlanmadan bahsetmiyorum burada, bugün oldukça popüler olan backstabber kavramının ta kendisinden söz ediyorum. Arkadaşım olduğunu söyleyenlerin yaptıklarından, yüzüme gülüp şaka adı altındaki sataşmalardan, her şeyimi eleştirip kursağımda bırakmalardan.. Çok ağlıyorum o dönem. Anlamıyorum çünkü niye, bugün gördüğümü o gün göremiyorum.

İşte böyle bir yalnızlığın pençesinde duygusallıklar ve çocuksu kırgınlıkların içinde kendime bir hobi ediniyorum. Sığındığım kitapların yanında altın çağını yaşayan blogger piyasasını fark ediyor, dönemin en büyük blog yazarlarını okumaya başlıyor, bulduğum her internette blog gruplarında yayınlanan yeni gönderilere koşuyorum. Okudukça daha iyi hissediyorum ve bir gün gruplardan birinde Sivri Köşe adında bir site görüp kayıt oluyorum. İnsanların yazılar yayınladığı bu platformda ufaktan bir şeyler karalıyor, başkalarının yazdıklarını okuyorum. Böylece küçücük, kendi çapında bir web sitesinde metin oluşturma deneyimi kazanıyorum. Sonra yazmanın bana keyif verdiğini fark edip yarışmalara katılmaya başlıyorum. Okul, ilçe, il yarışmaları derken öğretmenlerimin dikkatini çekiyorum. Ard arda girdiğim yazı, şiir temalı yarışmalarda madalyalar ve birincilikler biriktiriyorum. Bu kendimce girdiğim çaba okul idaresi tarafından desteklenmeye başlıyor çünkü herkesin fikri net, kalemim iyi ve kendimi yazarak ifade edebiliyorum. Daha iyi yazabilmek için sürekli okuyorum, zorbalıktan dönemin popüler edebiyatına kaçıyorum, Ayşe Kulin’e, Zülfü Livaneli’ye.. Okudukça kalemim güçleniyor, güçlendikçe öğretmenlerim nerede ne kadar edebiyatla alakalı yarışma varsa yine beni gönderiyor.

Tabi henüz bilmiyorum, farkında bile değilim. O yalnızlığın beni müthiş bir kalabalığa sürükleyeceğinin..

Bir gün okula bir yarışma duyurusu geliyor ve seçmeler için gün veriliyor. Daha önce hiç katıldınız mı böyle bir seçmeye bilmiyorum ama bu tarz yarışmalarda önce okul içinde bir birinci belirleniyor ve öğretmenlerin seçtiği yazı ya da şiir yarışmaya gönderiliyor. Tabi ki de ben yine katılıyorum, okul içindeki elemede seçiliyorum ve benim yazım yarışmaya gidiyor. Bir süre sonra sonuçlar geliyor. Üst üste aldığım birinciliklerin üzerine kendinden çok emin ben, ikincilik şoku yaşıyorum. O kadar bozuluyorum ki derece aldığıma bile sevinemiyorum. İşte benim için bardağı taşıran son damla orada geliyor. Zorbalayacak bir sebep ya, X kişisinin yazılarının benden daha iyi olduğunu, benim yazılarımın torpilli olduğum için seçildiğini, diğer yazılar gitse birincilik geleceğini iddia edenlerle sınıf tahtasının önünde karşı karşıya geliyorum. Üç beş zorbaya karşı, zorbalanmak istemeyenlerin sessizliğinde kavga ediyorum. Sesim ne kadar çıkıyor, ne kadar ifade edebiliyorum kendimi bilmiyorum ama içim çığlık çığlığa. Üst üste sayısız birincilikten sonra bir ikinciliğe böyle bir tepki almak diyorum.. Niye? Salağım herhalde o zaman ki ”Siz kimsiniz pis köpekler, siz kimsiniz de beni yargılıyorsunuz?” demek gelmiyor aklıma. Ya da korkuyorum galiba, sessiz kalıp konuyu kapatırsam buna daha fazla maruz kalmak zorunda kalmayacağıma inandırıyorum kendimi. Çünkü denedim ya her yolu, anlattım ya herkese bana yapılanları.. Kimse duymadı ya, bu sorun ve ben mezun olana kadar baş başayız.. Böyle hissediyorum. Nefret ediyorum hepsinden. Sınıfımdan, sınıf öğretmenimden, bana yaptıklarını görüp susan herkesten. İki kat aşağıya okul aile birliğine inip anne bunlar beni zorbalıyor, dayanamıyorum demek gelmiyor aklıma. Çıkamıyorum o çıkmazın içinden. Ama yazıma laf ettiler ya, deliriyorum. Yok jüri ikincilikte vermezmiş aslında, ordan da torpilliymişim.. Çocukların da kalbi kötü olabilir, yüzleşiyorum.

O gece elimde yarışmaya gönderdiğim yazının müsveddesiyle, yine blog yazarlarını okurken, bir an bir cesaretle, bir ikincilik mevzusunun yaşattığı yenilmişlikle blogspot.com’a giriyorum. Bir alan adı yazın boşluğuna karalıyorum: bubenimdunyam ve enter tuşuyla basit bir arayüzde hazır bir pencere.
Bir paragraf sadece, resim yok, yazı stili yok, sessizce. Tek bir buton, ”Yayınla”.
Hadi bakalım Ece!

Kim okur ki, ya da fark eder mi? Ben miyim, değil miyim, kim yazdı belli bile değil ki. Günde 4, 5 yazı bazen 6! İçimden ne gelirse, aklımdan ne geçerse.. İzlediğimi, okuduğumu, duyduğumu, hissettiğimi.. 1 okunma, 2, 5,10,20 derken tamam diyorum ben bu işi kıvırırım. Ama bir sorun var, bir mail ve blog adından ibaret kimliğim. Ben değilim, yazan kim, sosyal medya hesaplarımda paylaşmıyorum, bilmiyorlar kim olduğumu. Yazardan habersiz insanlar. Olsun, o istatistiğin başında, o sayacın karşısında heyecandan yerimde duramıyorum. Ölücem mutluluktan okundukça. Yazıyorum işte, okuyor insanlar diyorum sadece. O yılın sonunda yaz tatilinde günlerimin çok uzun bir kısmını kütüphanede geçiriyorum. Sayısız kitap okuyorum, okudukça daha çok yazıyorum. Yaz tatilinin sonunda okulda yaşadığım sorunların farkına varan ailem yeni dönem başlangıcında beni farklı bir sınıfa alıyor. Aynı okul ama şubem değişiyor. Bir yan sınıfta, teneffüs aralarında gördüğüm o insanlarla muhattap bile olmamaya çalışıyorum. Yeni arkadaşlıklar kuruyorum. Sınav yaklaşıyor, dersler zorlaşıyor, hayatım kalabalıklaşıyor. Tüm yorgunluğumla bir bloguma, bir de liseye geçmeme çok az zaman kalışına sığınıyorum.

Bundan tam 2 yıl sonra, okuyucu sayım binleri aştığında internetten araştıra araştıra blog teması oluşturmayı öğreniyorum. Blogger panelimin karşısına birfilmgibi’ kullanıcı adıyla bir Tumblr hesabı açıyorum. Bu kez kimliğimi gizlemeden. Deli gibi tumblrda gif, resim topluyorum ve oradan bir alışkanlık ediniyorum.. Bir çoğunuz hala fark etmedi ama senelerdir çoğu görseli ‘konu+tumblr’ aramasıyla buluyorum 🙂 Sonra geçen zaman, artan okuyucum cesaretlendiriyor beni. Tumblr hesabımda küçük paragraflar yayınlamaya başlıyorum. Takipçi kazandıkça daha çok insana ulaşıyorum. Bir gün Tumblr anonim sorulardan bir mesaj alıyorum. Belki o mesajı yazan kişi, her kimse, yarattığı değişimin farkında bile değil ama benim hayatımda bir cümlesiyle çok şeyi değiştiriyor. ‘‘Yazmayı çok sevdiğini söylemişsin, keşke uzun uzun yazsan ve okuma fırsatımız olsa. Bir de daha sık mı yazsan acaba?” diyor. ”İlham perisi kanatlarını her çırptığında zaten yazasım geliyor :)” diye cevap veriyorum. O gece, blogspot uzantımı ilhamperisininkanatlari olarak değiştirip blogumun hakkında kısmına Google plus profilimi ekliyorum.

Hakkında -> Düzenle -> Hikayenin Esas Kızı -> Ecenur Ak.

Derin bir nefes, bolca anksiyete ve karşınızdayım işte. Yeni bir yazı kaleme alıyorum ‘Bir çığlıktı yalnızlığım, hepiniz mi sağırdınız’? Sadece adımı bilen, yüzümü daha önce hiç görmeyen, yazılarımda bahsettiğim insanları bilmeyen bir kitle, ilk kez gerçek beni görüyor böylece. Çevrem duyacak, herkes yazdıklarımı konuşacak, kimliğim açığa çıkacak, kendime ayırdığım, kimsenin dokunamadığı bir dünyaya zorbalar dadanacak.. Böyle hissediyor ve korkuyorum. Sonra diyorum ki ”Hayır! Hiçbir şey yapamazlar. Burası benim, bana ait. İzin vermem. Kontrol bende, kimsenin üzerinde söz hakkı yok”. Bir Facebook sayfası açıyorum, blogun ana başlığına ”Zira Burası Benim Gökyüzüm” yazıyorum. Dokunamazsınız, çünkü benim demek istiyorum. Altına ekliyorum Masallardan fırlamış prenses hayatı yaşamadım, yine bir masaldan yola çıkacak olursak hiç külkedisi de olmadım”.

Böyle başlıyor hikaye. Bu gökyüzü böyle ortaya çıkıyor. Zamanla sosyal medya hesaplarımda takipçim artıyor, özelden mesajlar gelmeye başlıyor. Dönemin en büyük blog yazarlardan PuCCa blogumu paylaşıyor, yazdıklarım daha çok insanın ilgisini çekiyor. Blogun popülerliği arttıkça adım yavaş yavaş duyulmaya başlıyor. 2015’te yerel gazetelerden birinden bir gençlik köşesi için teklif alıyorum. O yılın Haziran ayında okuyucularıma hayran postasını duyuruyorum. Gelen her mesaj gözlerimi dolduruyor ve ilk ”Okuyucularımın Kaleminden” yazısını yine o yıl yayınlıyorum. 2018’de blogum 30.000’i aşınca kendi sitemi kuruyorum ve İlham Perisinin Kanatları’na bir ”Veda Mektubu” yazıyorum. Vee işte buradayım. Üniversitede gittiğim ilk iş görüşmemi de bu blog sayesinde aldım, ilk işbirliğimi de. Burası sayesinde para da kazandım, insan da. Ama her şeyden öte ben bu blog sayesinde kendimi kazandım. 14 yıl çok uzun bir süre. Çok uzun bir yolculuk. Bu yolun her adımını tırnaklarımı kanata kanata kazıdım ben. İyi her şey kadar kötü şeylerle de mücadele etmek zorunda kaldım. Hayatımı bu kadar açık, bu kadar herkesin gözü önünde, bu kadar kelimenin içinde yaşamanın bedelleri de oldu elbette. Ben yine de olmak istediğim insanı bulana kadar her satırda kendimi anlatmaya çalıştım. Büyüdüm, büyüdük. Bana mesajlar atan o küçük okuyucularım yetişkin artık. Aynı yıl içerik üretme yarışına girdiğim yazarlar senelerdir yazı yayınlamıyor. Bense yazarlığımın en iyi dönemini yaşıyorum. Organik aramanın zirvesinde, size sunduğum her yaşanmışlığı buruk bir sevinçle kucaklıyorum. Beni buraya sığınmaya iten o yalnızlık, şimdi kocaman bir kalabalık. 13 yaşındaki bir kız çocuğunun kurduğu hayali 14 senedir el üstünde taşıyorum. Bir 14 sene daha başımın üstünde taşırım.

Son sözüm size sevgili okuyucularım;

Bir mesaj, bir yorum, bir alkış, bir eleştiri, bir beğeni.. Esirgemeden 14 senedir bana verdiğiniz en ufak her tepki bugün hala buraya yazmamı sağlıyor. Bu yazıyı buraya kadar okuduysanız, dünyada hala okumaya hevesi kalmış bir avuç insana sesleniyorum demektir. Teşekkür ederim.
Şimdi sizi 14 sene öncesine götürüyorum. Belki 13 yaşındaki o kızı da anlamak istersiniz diye, sessizce internetin bir köşesinde tuttuğum bir arşive, hikayenin başladığı yere.. Beni tanıdığınız, okumaya başladığınız o halime.. 13 yaşındaki Ece’ye. Unutmayın ki orada yazılan her şey küçücük bir kız çocuğunun çoğunlukla kimliğini gizli tutarak kaleme aldıkları. Günlüğünden taşırıp, nereye varacağını bilmeden ifade ettiği samimi duyguları.. Size geçmişten bir mesaj getirdim;Merhaba ben Ece,
Zira Burası Benim Gökyüzüm’ün doğduğu yere, en büyük sırlarıma, sakladıklarıma, geçmişime ve geleceğim olacağından habersiz açtığım ilk bloguma hoş geldiniz. Arşivden senelerce silmeye kıyamadığım her yazıya buradan ulaşabilirsiniz. Yargılamayın olur mu? Bir de söyleyin, hayallerimiz gerçek oldu mu?
https://ilhamperisininkanatlari.blogspot.com/ 
Oldu 🙂 14. yılımız kutlu olsun.

Yorum Yazın

Navigate
Verified by MonsterInsights