Kendimi bildim bileli kitap okumaya aşığım. Okuyamadığım, vakit ayıramadığım zamanlarda o kadar kötü hissediyorum ki, bir kabahat işlemişçesine huzursuz oluyorum. Ama el mahkum yaş büyüdükçe, hayatın akışına ciddi sorumluluklar ve stresler eklenince kitaplara ayrılan zaman azalıyor ne yazık ki. Öyle gençlik romanlarındaki vampirler, aşklar, kaçamaklar da çıkıp gidince hayatınızdan haliyle bir süre sonra D&R’da ‘Çok Satanlar’ kategorisini es geçmeye başlıyorsunuz. Tıpış tıpış Türk ve Dünya Edebiyatı bölümüne yöneliyor, Kişisel Gelişim’de birkaç tur atıyor, sevdiğiniz tarza yakın keşfedilmemiş bir hazine bulurum umuduyla saatlerce rafları inceliyorsunuz. Belki de bundan sebep eskiden okuduğum kitaplara bir dönüş yaşıyorum bu aralar. Şu anda yanı başımda Jane Austen’ın Gurur ve Önyargı’sı duruyor mesela. Bir de sanırım ortaokuldan beri, okurken en büyük alışkanlığım kitaplarda hoşuma giden, sevdiğim cümlelerin altını çizmek. Bu öyle bir alışkanlık ki, sırf kitapları yıpratmamak ya da arka sayfaya geçen mürekkeplerle uğraşmamak için özel kalemlerim bile var. Kütüphanemin başına geçip, bir kitap seçip, ara…
İmkansızın Masalı: Galata ve Kız Kulesi’nin Aşkı
İstanbul’a ilk geldiğimde böyle Polat Alemdar gibi Kız Kulesi’nin karşısına geçip silüetine adanan efsaneleri dinlerdim. O zamanlar Üsküdar Sahil şimdiki gibi boydan boya yürüyüş alanı değildi. Kulenin karşısına sıralanmış büfeler kıyıyı sedirlerle doldurmuştu. Dönemin tartışmalarında o sedirlerin çok kötü bir görüntü olduğunu söyleyip kaldırılması yönünde çalışmalar başlattılar. Ama ben bayılırdım orada oturmaya. Üzerime bir şal alıp ayaklarımı uzatmak, Kız Kulesini izleyerek çay yudumlamak aşırı mutlu ediyordu beni. Hatta ruhumun en sıkıldığı zamanlarda oraya koşar, kalabalığın arasına karışır, kafa dinlerdim. O bayağılık, herkesin şikayet ettiği kalabalık bana kendimi iyi hissettirirdi. Bu olayı da hiç anlamıyorum zaten. 16 milyonluk bir şehirde yaşayıp, şehrin en ünlü mimarisinin önündeki kalabalıktan yakınıyorsun. Git Bayburt’ta falan yaşa o zaman. Türkiye’nin en az nüfuslu şehri, her şeyden şikayet edenler için biçilmiş kaftan.. Şimdi dümdüz olan o sahil yolu o zaman her köşede sedirleriyle hep kalabalıktı. Bende özellikle bu şehirdeki ilk senemde koşup giderdim dillere destan Kız Kulesi’ni…
Haber Üsküdar Röportajı | Kendimi hırslı, duygusal ve hayalperest olarak tanımlarım!
Geçtiğimiz ay Haber Üsküdar muhabirlerinden Nursena Aksemer ile yaptığımız keyifli röportajı burada da yayınlamak istedim. Haberin tamamını buradan okuyabilirsiniz. Bonus: Röportajda sözü geçen aynı anda iki örgün üniversite okumakla alakalı bütün detayları Tüm Yönleriyle İkinci Üniversite yazısında bulabilirsiniz. Ecenur Ak kimdir, neler yapar, dün nasıldı, bugün nasıl bir Ecenur Ak var? Bize kendinizden bahseder misiniz? Ben genel anlamda kendimi hep hırslı, duygusal ve hayalperest olarak tanımlarım. Sanırım bu nedenle üreten tarafta olmayı seviyorum. Ürettiğim, hayal ettiğim şeylerin tüketildiğini, beğenildiğini görmekten farklı bir haz duyuyorum. 10 senedir kendi blogumda yazmaya devam ediyorum. Şu sıralar iki farklı şirketin sosyal medya uzmanlığını ve içerik editörlüğünü üstleniyorum. Kendime baktığımda dün daha tecrübesiz ama hedefleri olan, bugün ise daha özgüvenli birini gördüğümü söyleyebilirim. Yüzeysel olarak tanımladığımda böyle biriyim. Sıradanlığın içinde biraz sıradışı diyebilirim. Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi size ne kattı, şu anki işinize etkileri nelerdir? Küçüklüğümden beri İletişim fakültesi hedefimdi. Kafamda kodlanmış gibi hayal ettiğimden hiç…
Masalını Yitiren Prenses
Bir varmış, bir yokmuş.. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler berber iken,develer tellal iken,ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken uzaklardaki bir sarayda ya da bilinmeyen bir diyarda değil, tam burada, çok yakınımızda, iki sokak ötede ya da mahallenin içindeki körpe bir evde, masallarla büyüyen bir prenses yaşarmış. Bir gün sarkıtmak zorunda kalırsa diye saçlarını hiç kestirmez, her ihtimale karşı kırmızı bir pelerinle gezer, yedi tane cücenin yaşadığı bir ev görme umuduyla yürürken hep etrafına bakarmış. Pembe kıyafetlerini plastikten taçlarla süsler, yaşlı bir kadın elinde elmayla kapıda belirirse yememesi gerektiğini hep kendine hatırlatırmış. İstediği bir yere gidemezse, ona kötü davranan birileri etrafta belirirse, toprağa düşen iki çift gözyaşının periyi ona getireceğine inanır, gittiği balonun en güzeli olacağının hayaliyle geceyi gündüz yaparmış. Günler değişmiş, zaman geçmiş pembe tütsü etekler yerini siyah kotlara bırakmış, kristal plastik taçlar renkli saç boyalarına, hayalleri süsleyen masallar popüler gençlik romanlarına dönüşmüş. Beyaz atlı prens, beyaz…
Ruhuma İşleyen Şiirler | Arşiv
‘Altı Çizili Cümleler’ sonsuzluğa doğru uzayıp giderken, bir de şiir arşivi tutmanın yararı var diye düşünüyorum. Şiir benim hislerimde, herkes de farklı duygular uyandıran, her satırında başka bir anı taşıyan, manasını anlamak için yaşanmışlıklara sahip olmak gereken çok başka bir sanat. Kitaplar bu özellikleri bir nebze taşısa bile şiirler hayatımızın farklı zaman dilimlerinde başka anlamlar yükleyebileceğimiz kelime senfonileri bana göre. Aşk’a dair bir şiir bundan seneler önce okuduğum zaman bana çok daha hafif anlamlar aşılarken bugün okuduğumda bambaşka bir duygu yansımasına neden oluyorsa, bu teori kanıtlamaya çok ihtiyaç duyulmadan onaylanabilir herhalde. Zaman içinde, biz değiştikçe, büyüdükçe belli ki okuduğumuz satırların etkisi de içimizden eksiliyor ya da tam tersi, artıyor. Bu nedenle bu yazı, tıpkı yakın bir zamanda sizlerle buluşacak ‘Altı Çizili Cümleler’ yazım gibi sonsuzluğa giden bir arşiv niteliğinde. Satırlar bana dokundukça, ruhuma işleyen şiirleri keşfettikçe bu yazıya eklemeler yapacağım. Hep güncel tutacağım bu arşiv için, sizin de ruhunuza işleyen,…
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e
Ben bir adam sevdim. Ömrüm boyunca görebileceğim, yüreğime yar edebileceğim tüm adamlardan daha başka bir aşkla, bambaşka bir tutkuyla. Hiç görmeden, mesela sabah uyandığında güne nasıl başladığını bilemeden, en sevdiği kitabı okurken yüz ifadelerine anlam yükleyemeden, sinirlenince ne tepki verdiğini hiç bilemeden, yüreğimin en derininde, bambaşka bir sevgiyle, varlığını, fikirlerini, cesaretini ve bu dünyaya kattıklarını sevdim. Anılarımda siluetini hiç görmedim ama kendimden bile fazla onun yüzünü ezbere bilirim. Onu anlamayı, onunla yaşamayı ve fikirlerini daima yaşatmayı her zaman borç bildim. Bu 10 Kasım’da ona bir mektup göndermek istedim. Hiç okuyamayacak ama, biz ona kocaman teşekkürler sıralıyoruz her satırda. Belki duyar umuduyla… Paşam, Çok özledik. Öyle sözde özlemek değil ama, yüreğimiz boğulurcasına, içimizde ateşler yanarcasına özledik. Mavi önlük, bembeyaz çoraplar, ilk harçlıklar, ilk kalem tutuşlar.. Hep senin adını, senin yaptıklarını yazdırdılar. Kızgın mısın bize diye merak etmiyor değilim, önümüzü aydınlattığın, bize ‘Ey Türk Gençliği!’ diye bağırdığın yüreğimizi titreten hitabede ne dediysen, ne yol gösterdiysen…
Ah be Sabahattin Ali
‘İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için, bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercik ediyorlar.’ Yürekleri dev insanlarla rastlaşırız bazen. Sabahattin Ali’yi bilirsiniz. Bilirsiniz diyorum çünkü henüz o kelimeleri dans ettiren adamın kitaplarında yok olmadıysanız hayatta biraz eksiksiniz demektir. Ben Kürk Mantolu Madonna ile birlikte hayatıma soktum bu adamı. Çok kızdım kendime, çok geç kalınmış bir karar olmuş. Bir kitap, bir sohbet, bir insan aşka hatta hayata bile bakış açınızı değiştirebilir. İnanın iki paragraflık bir yazıyla bile kendinizi büyülenmiş hissedebilirsiniz. O Haydarpaşa’da trenin ardından el sallayan kalbi kırık aşıklardan sonra devirle birlikte aşkı da farklı bir çerçeveye soktuk. Kolaylaşan her şey gibi, yitirmeye yüz tuttuğumuz değerleri basitleştirdik. Ucuzlaştırıp, edebi değeri olmayan satırlarda sakladık. Kendimle bile kavga etmişimdir bu yüzden. Ben bir link altında yaşattığım şu blogta bile ona değinmemeliyim aslında. Koskoca okyanusta küçük bir balığım, ne haddime en…
Patrick Süskınd’ın KOKU romanı üzerine..
BİR CANİNİN HİKAYESİ.. İki gün önce okumaya başladığım bu güzel roman hakkındaki düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim. Romana konu olan olay 18. yy’da Fransa’da geçiyor. Jean-Baptiste Grenouille tüm insancıl duyumlardan ve duygulardan yoksun, yalnızca kokulara karşı görülmedik ölçüde duyarlı, istediği kokuları üretebilmek için cinayet işlemekten çekinmeyen bir katildir. Evet kitaba ilk başladığımda koku için cinayet mi işlenir ? şeklinde eleştiri yapmıştım. Ancak ilk 50 sayfadan sonra yazar sizi kitabın içine öyle bir çekiyor ki kalkıp insanları öldürüp kokularından parfüm yapasınız geliyor. Gülmeyin, ciddiyim. Grenouille daha bebek yaştayken süt anneler tarafından Pariste büyütülüyor. Ama onu alan her süt anne iki gün sonra geri getiriyor. Diyorlar ki ‘Bebekler masumdur, kokularıda öyle. Ama bu bebek kokmuyor. Bu bebek şeytanın yavrusudur’.Şeytanın yavrusu fazla mı abartı bilmem ama Grenouillenin kötülüğü temsil ettiği bir gerçek. Yazar öyle farklı tanıtmış ki Paris’i, hani şu bildiğimiz, aşıklar şehri olan Paristen eser yok. Pis kokuların hakim olduğu, hastalıkların…