Küçükken henüz ergenlik döneminin başlarında, hani Alacakaranlık, Açlık Oyunları gibi dünyayı sarsan seri akımlarından önce bize sımsıcak gelen, kendimizden bir şeyler bulduğumuz bir kitap serisi vardı her kızın kitaplığında bulunan. İpek Ongun’dan ‘Bir Genç Kızın Gizli Defteri’
Yaşadıklarımızın, yaşayacaklarımızın hikayesiydi belkide.Öyle ustalıkla kurgulanmış bir seri ki kitaplar hayatımızın doğru dönemlerinde okunduğunda bizi anlayan, hatta bu yolculukta rehber olan bir kılavuz durumunda.’Kimse beni anlamıyor’ dediğimiz o dönemlerde Serranın yazdığı günlüklerde anlaşıldığımızı hissettik, yalnız olduğumuz fikrinden vazgeçtik.
Hala ne zaman yolum kitapçıya düşse İpek Ongun’un yolumu aydınlatan kitabını ne zaman o raflarda görsem gülümserim. Bazen elime alıp bir kaç sayfa okuyorum ayaküstü, hikayeyi biliyorum, sonunu biliyorum ama bugün bile okumaktan zevk alıyorum.
İşte çoğu genç kızın hayatında yeni bir sayfa açan o kitap serisinin üçüncü kitabının adıydı ‘Kendi Ayakları Üstünde’
Lise yıllarının sonuna gelmiş karakterimiz ‘hangi meslek?’ ‘hangi üniversite?’ sorularıyla boğuşuyordu kitapta. Sonra dördüncü kitaba geliyordu sıra, ‘Adım Adım Hayata’
Benim bu yazımda bu hikayeye oranla, kendi sorularımın cevaplarını verdiğim şu sıra kendi ayaklarımın üzerinde durduğum zamana dair bir kaç satır.
İstanbul’a geldiğimden beri bir çok şey değişti hayatımda. Sil baştan yeni bir sayfa açtım. Üniversite hayatına adım attım, kendi evimde kendi adıma gelen faturaları ödemek için ilk kez -kendim için- para kazanmak zorunda kaldım.
Büyük şehir İstanbul, yaşamak zor.
Kalabalık, yorucu, herkes kendi davasında. İzmirdeki samimilik yok burda, yaşamanın keyfine varmaktan uzak insanlar. Bizim için Kordon keyiften, güneşten ibaretken burdaki insanlar için trafikten, vapur seferlerinin seyrekliğinden ibaret.
Çok güzel şehir, her köşesi ayrı cennet. Ama yaşayanlar, burda olanlar farketmiyor bile sahip oldukları güzelliklerin. Kör olmuşlar, ayak bastıkları toprağın bereketini anlamaktan çokça uzaklar.
Geldiğinden beri neyi seviyorsun diye sorarsanız.
Kız Kulesi’ni çok seviyorum mesela. Akşam, şehrin kargaşası hanelerin ardına saklanınca o tarihi güzelliği oturup izlemek çok keyif veriyor bana. Gökdelenin son katından bu kocaman şehire bakmayı da çok seviyorum. Kendini evrenin en değerli varlığı olarak gören o insanların küçücük, karınca kadar kalması gülümsetiyor beni. Galata Kulesinden İstiklal Caddesinin karmaşasına bakmak, İstanbul’un gençliği gibi oralar. Kıpır kıpır, doyasıya eğlenmelik. Kadıköy Kıbrıs Şehitleri Caddesini anımsatıyor bana. Biraz olsun benim ait olduğum şehir gibi. Barlar sokağı bir Gazi Kadınlar değil ama yinede Alsancak’taymış gibi hissettiriyor.
Her köşesi ayrı bir hayatta kalma mücadelesi, bu şehrin.
Parayı yetiştirmek zor, gurbette bir öğrenci olmak zor. Sokakların karanlık tarafları tehlikeli, kurnaz olmayana sokaklar kötülüğün şeytani bahanesi.
Ama her şeye rağmen görmeyi bilene huzur İstanbul.
Kıpır kıpır, doyasıya yaşamalık.
Üsküdardan karşıya bakıp o tarihi camilerin arasından ezanı duymalık.
Hem İslamı hemde modern yaşamı aynı anda tatmalık.
İstanbul’a ait olmak zor.
Kime sorsan söyler, bu şehir yutar adamı.
İstanbul’a sahip olmak asıl güzel olan.
Her köşesini görebilmek, tarihi her adımda hissedip hem yorulup aynı anda hem dinlenebilmek.
Sekiz ayın sonunda, bu şehrin bana öğrettiği bir şey varsa o da kendi ayaklarımın üstünde adım attığım bu hayatta, bunca güzelliğin ortasında ; Üsküdar’ın kalbinde kazandığım bu üniversitede, istediğim bölümde, savaştığım her köşede 19 yaşımın bütün güzelliklerini , zamanın değerini bilmem gerektiği.
Büyüdüğüm o kitap serisinde,ilk dört kitabın rehberliği buraya kadardı hayatımda.
Büyüleyici bir kurguyla, her kızın hayatından bir parça taşıyan o kitapları biz okuyucularına armağan eden İpek Ongun’a saygıyla..