Toplumsal Meseleler

Bir Çocuğun Çıkaramadığı Ses Olmak Zorundayız!

Nasıl başlayacağımı bilemediğim nadir yazılarımdan biri. Söze girdiğim noktada kuracağım cümlelerden değil belki ama farkedeceklerimden korkuyorum. Dün gece gündeme bomba gibi düşen o yasa tasarısı hakkında elbette bu yazı.  Herkes kadar bende çekiniyorum elbet, malum günümüz Türkiyesi düşünceleri yazmayı bırakın sesli olarak dile getirmek için bile oldukça tehlikeli. Altı adam, ellerinizle -ellerinizle diyorum çünkü bu iğrenç insanları o meclise taşıyan sizlersiniz-meclise soktuğunuz, Hiçbir olay için bu kadar çabalamayan altı milletvekili gecenin bir vakti bir yasa tasarısı götürüyor meclise. ‘İstismara uğrayan mağdur, failiyle evlensin’ diyorlar. Güç bela kaldırılan çocuk yaşta ki evlilik bir anda gündeme tekrar geliyor, lakin bu kez istismarı yapan alçaklar affedilip sözde ailesinin başına dönüyor. Olacak şey mi Allah Aşkına? Vicdana, umuda, demokrasiye her şeyi geçtim bekçiliğini yaptığınız ahlaka sığar mı? İyi niyetle yola çıkmışlar sözde, bunun neresi iyi niyet? Küçüğün rızası diyor Adalet Bakanı. Benim ülkemin adaletini koruyan adam utanmadan ‘küçük’ ve ‘rıza’ kelimelerini aynı anda kullanıyor.…

Sessiz Yığınların Sesi Olmak

Habercilik ne yolla olursa olsun hayatımızın vazgeçilmez bir parçası. Okumayı sevmeyen milletimiz için haber metinleri gün geçtikçe kısalsa da yeni güne uyanmamızla birlikte kendimizi dünyadaki sosyal, siyasi ve ticari değişimlerin yankılanan seslerine bırakıyoruz. Hayat bir süreç, bir akvaryumun içerisine bırakılmış gibi dünyada yaşamaya mahkum edilmiş insanlarda nefes almaya devam ederken karanlık çağdan bu yana bir çok şeyi değiştirdiler yaşamlarında. Ekonomi, siyaset, sosyal çevre, sağlık derken yaşam alanlarımızda ve çevremizde yaptığımız, yaşadığımız değişimler birilerini haberci olmaya ve gelişmeleri insanlara duyurmaya itti. Elbette her seyi bilme arzumuz çaba sarfetme tembelliğimizle harmanlanınca günümüzde ortaya bir paragraftan oluşan haber yazıları ve yerini magazine bırakan gazete sayfaları çıktı. Öyle ya kendini binanın tepesinden atmaya çalışan teyzeden tutun, Kim Kardashian’ın dün gece yapılan galada giydiği dekolteli elbise bile haber niteliği taşıyor artık. Oysa gazetecilik ellerinde yaşadıklarını medyayla paylaşamayan, seslerini toplumlara duyuramayan, ezilen, çaresiz hiseden kesimlerin haklılıklarını dünyaya bağırabilecekleri bir meslek olarak ortaya çıkmıştı.  Günümüzde yapılan…

Kendi kıyametimizi yeryüzüne kendimiz taşıdık

Baskın bir toplumuz biz. Sorunlarla savaşmaktan bıkmış, onları yok saymayı tercih eden yada vicdani duygularını körleştirmek için çaba harcamış ve sonunda her şeyi normal olarak algılamış, tembelleşmiş bir milletiz.  Terörün göbeğinde, sorunların merkezinde hem iç hemde dış mücadelelerde her yeni güne yeni bir gelişmeyle uyanan bu milletin kökeninin aksine artık çabaların sonuç vermediğine inandığı kanaatindeyim. Birey olarak inanmayı, savaşmayı bıraktık mı bilemem ama toplum olarak vazgeçtiğimiz aşikar. Artık bu tükenişin tam ortasında yanımızda patlayan bombalara belki iki adım ötemizde şiddete maruz kalan canlara kulak tıkamak, çığlıkları yok saymak başımıza kıyametten önce gelebilecek en büyük yıkım zaten.  Gündeme şöyle bir göz atmaya kalksak, bir sabah kahvaltısında ilk günaydını televizyonun başında alsak, bir patlama haberini duysak atacağımız , bizce (!) doğru olan tek adım sosyal medyada başkalarının görüşlerine onay vermek olur sanırsam. Tarihin derinliklerinde Osmanlı’nın son devrinde baskının getirdiği geriliklere dayanamayan onlarca yenilikçi düşünce insanını başka ülkelerin ellerine göndermişken bugün yine aynı…

Özgür Kalemimize Kelepçe Vurdular

Tarihte bugün, Nazım Hikmet Ran vatan hainliğinden tutuklandı. Yıllar geçti, değişen bir şey yok. Bugün yine sosyal medya elimizde, gazeteler evimizin bir köşesinde ‘Tutuklandık’ diye haykıran gazetecilerin kalemlerinden dökülen kelimelerde özgürlüğümüzün nasıl boğulduğunu okuyoruz. Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmasının ardından ülkenin sürüklendiği kaosda gazetecilik okuyan bir öğrenci olarak nefes alamaz olduğumu hissettim. Bugün kızdık, çok kızdık. Canımız yandı, bağırdık. Basın özgürdür, sansürlenemez diyen Anayasa’nın ne derece üstün olduğunu kendi gözlerimizle gördük.Bir tarafta   televizyondan ülkesinin gazetecisine tehtidler savuran bir cumhurbaşkanı, diğer tarafta işini yaptığı için tutuklanan bir gazeteci. Acelece karalanmış satırlarda ‘Çok iyiyim. Çok güçlü hissediyorum kendimi. Çünkü her zaman yaptığım işi yaptım. Bilgisayarın karşısına geçtim, haberi yazdım, manşet oldu. Şimdi bu nedenle ağır suçlamalarla tutukluyum.’ diyor. Ne acı, sadece işini yapanlar özgürlüğün ardından koşan gazeteciler, avukatlar, bürokratlar parmaklıklar ardında bu ülkede. Zincirlenmiş, satın alınmış kalemler doğru sayılıyor. Tutuklanma olayının ardından -ki bizim için yeni bir şey değil- ‘Şarkı…

Rahat uyu Aysun Altay, susmayacağız!

Nerede güvende hissedelim kendimizi? Nereye sığınalım, kime anlatalım, attığımız çığlıkları sağır insanlara nasıl duyuralım?  Benim bir kadını daha uğurlayacak gücüm kalmadı. Nasıl anlatalım ? Onca kadını toprağa verdik, arkasından ağıtlarla siyahlar arasında ‘Susmak yok!’ dedik. Biz daha ne yapalım? Erkekliklerine laf söylendiğinde göğüsünü kabarta kabarta kendini koruyan, söz konusu ‘namus’ olunca kendi canından insana kıyan sözde çok ahlaklı karşı cins, bu satırlar sizin için. İki kez bileklerini keserek canına kıymış olan bir candan söz edelim hadi. Abisinin tecavüzüne uğramış, birde yetmezmiş gibi ailesi ‘şikayetini geri alması’ için baskı uygulamış.. En güzel yaşında hayallerinden, hayatından, sevdiğinden vazgeçmiş gencecik bir kadın. Kalbinden vurmuş kendini, muhtemeldir ki abisinin isteklerine boyun eğmek zorunda kaldığı, gençliğinin elinden alındığı o ilk an zaten ölmüştü. İntiharın tek çıkış yolu olduğunu hissettirmek, bir canı intihara sürüklemek.. öldürmekten daha beter değil mi ? Abi dediğin sarıp sarmalar, koruyup kollar. En korktuğun anda sana kucak açar. Canın yanarsa kahrolur, içi…

U-YA-NIN!

Köşe yazarlığına başladığım gün bir söz verdim çevremdekilere, siyasete karışmayacağıma dair. Yaşımın ve yaşantımın ortaya koyduğu koşullar nedeniyle düşüncelerimi geri planda tutup sosyal ve kültürel yaşantıya ‘genç bakış’ sunucaktım. Ama yapamam. Şu satırların yazı hayatıma zarar vereceğinin farkındayım ama susamam. Susarsam kızdığım, anlayamadığım ‘o’ insanlardan biri olurum. Ben en büyük sözü kendime verdim. Düşüncelerime saygı duyacağıma dair. O yüzden korkusuzca yazıyorum bu satırları. 17 Aralık operasyonunda görevli olan polislerin gözaltına alınışıyla gündemimiz bir anda değişti. Masanın başında yemeğimi yerken yanıbaşımdaki televizyon iki hukuk bürosunun gecenin bir yarısı basılışını haykırıyor. Yirmi beş polisin gözaltına alınışı, sorumlulardan birinin twitterdan hükümete alaycı yaklaşımı.. Derin devlet kavramını göremeyecek kadar gencim, kabul. Ama aptal değilim. Gezi Parkı olaylarında yüreğimi ortaya koyacak kadar tecrübeli, iktidarın onca şeye rağmen bu halkı hala nasıl arkasına aldığını anlayamayacak kadar da tecrübesizim. 18 yaşındayım ve gördüklerim Atatürk Türkiyesi’nin bir düşüncenin parmağında oyuncak olduğu. Kızgınım. İzlediği bu adi politika başarılı olduğu…

Özgecan Aslan Ölümsüzdür!

Belki çok geç kalınmış bir yazı. Kelimelerle bütünleşemeyen,kendini belli edemeyen, acının altında sıkışıp kalmış düşüncelerin gecikmiş açıklaması. Hiç tanımadığım bir kızın adıyla çınladı kulaklarım.Acısıyla ağırlaştı yüreğim, hikayesiyle düğümlendi dilim.Benden sadece iki yaş büyük olan belkide gece başımı yastığa koyduğumda aynı düşlere gülümsediğim birine adadım gözyaşlarımı. Nasıl böyle olduk biz? Nasıl böyle bir ülke olduk? Dinine bu denli bağlı, yüzyılların Türkiyesi manşetlerinde bu başlıklarla sarsılalı, aynı acıyla farklı konumlarda içimizi hüzün kaplayalı ne kadar oldu? Adı Özgecan olmuş, hayalleri, umutları bir erkeğin adiliğinde boğulmuş ne farkeder? Bugün binlerce tweet atılmış, Taksim siyahlı kadınlarla dolup taşmış, ölüm kadına bir adım daha yaklaşmış ne farkeder? Yarının Türkiyesi yine küçük gelinlerle, tecavüzlerle, kadına yönelik şiddetle anılmayacak mı ? Erkek yine el üstünde tutulup, çocukluğundan itibaren cinsel kapasitesine yağdırılan övgülerle avunmayacak mı? Tarih tekerrür edip 16 yaşındaki kıza tecavüz eden adama ‘kız kendi rızasıyla yapmıştır’ açıklaması yapılmayacak mı ? Mahallenin başında kocasından dayak yiyen kadının…

NE ÇEKTİN BE YOUTUBE..

-Kapanmış kanka yaa +Daha dün girdim lan nasıl kapanmış -Aha açılmış açılmış +Baktım şimdi yine kapanmış Hani biz Türklerde huydur, bozulan sıkıntı yaratan bişey varsa ‘Bi kapat aç düzelir’ deriz. Youtube’nin sıkıntı yarattığını düşünüyonuz orayı anladık, ama bu kapat-aç olayını biraz fazla abarttınız sanki. Ha kapandı ha açıldı derken ‘noluyoz lan’ olayına döndü iş. Sakıncalıymış Youtube bizim için. Sakıncalı tabi, doğru söylüyolar. Rihanna’yı, Justin Timberlake’yi, Bruno Mars’ı, Lana Del Rey’i izledikçe gözümüzde Tanrıça misali büyütüyoruz. Sonra bi kere ufkumuz açılıyor, siyasetçilerimizin yalanlarına inanmamaya başlıyoruz. Araştırıyoruz, öğreniyoruz. Sakıncalı şeyler bunlar.. Bi de tabi gezi olaylarını, yolsuzlukları sosyal medyaya taşıyıp fotoğrafla yetinmiyoruz. İlla ki video paylaşıp, kantlamalıyız. Aaa ne büyük terbiyesizlik. Herşeyi göz önüne döküp iktidarımızın alt yapısını sarsıyoruz. Yetmiyo gidip değerli başbakanımızın oğlunun yediği haltları, ses kaydıyla yayınlıyoruz. Adamlar kapatmasınlarda napsınlar ? Bu kadar özgür düşünce ortamı hiç canım Türkiye’me yakışıyor mu allasen ? Ah be youtube, ne çektin.. Amatör şarkıların…

Berkin Elvan Ölümsüzdür!

”Ürkek bir serçe gibi eğme başını,   Kaldır başını ve dimdik dur.   Bu senin değil, ülkemin ayıbı.   Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk”                                              N. Hikmet Bugün hiç tanımadığımız bir çocuk için aktı gözyaşlarımız. Umudun çocuğu için.. Sırf ülkesi uyansın diye kendi uyumayı göze alan minicik bir yürek için. Herşeyden habersiz ekmek almak için evinden çıkan ve 269 gün tedavi görüp, birdaha hiç uyanamayan o güzel çocuk.. Hiç tanımadık. Adını haberlerde duyduk. ‘ #uyanberkin ‘ diyebilmek için, ailesine destek olabilmek için sosyal medyayı sarstık. Bugün gözlerimizi açtığımızda artık hayatta olmadığını öğreniyoruz. Biz ona bu kadar uzakken, canımız bu kadar yanarken annesinin çığlıkları hiç mi ulaşmıyor ölümünün sorumlularına. Hiç mi vicdanları sızlamıyor bu insanların ? Anlamak çok güç. Daha kaç kişi feda etmemiz gerekicek ? Daha ne yapılması gerekiyor insanların…

Bırakın yolsuzluk yapmayı, ayakkabı kutumuz bile yok..

Öyle bir duruma geldik ki partilerin birbiriyle, AKP’nin Cemaatle olan kavgasını film izler gibi izliyoruz. Şimdi diceksiniz ‘Hah bi bu konu kalmıştı yazmadığın Ece.’. Belki öyle ama o kadar canım sıkılıyo ki bu konulara dedim en iyisi yazayım, burası bunun için değil mi zaten ? Malum hepiniz az çok biliyosunuz Türkiye gündemi yaklaşık bir haftadır ‘YOLSUZLUK OPERASYONU’  Duymayan, bilmeyen ‘Yolsuzluk ne beğğ’ diyen kalmadı heralde. Zaten artık sadece gazetelerden yada televizyondan değil sosyal medyadanda bu tür gelişmeleri takip edip adeta bir siyasetçi havasıyla o konu üzerine yorum yapabiliyosunuz. Gelelim operasyonumuza. Herkes konuştu üzerine, çok dalga konusu oldu, meclis birbirine girdi, başbakan Fethullah Gülenle yollarını tamamen ayırdı ee halkımızda şaşkınlıkla bu olanları izledi. AKP ve Cemaatin yolları dershanelerin kaldırılması konusunda ayrılmıştı zaten. Başbakan cemaate açık bir şekilde meydan okudu bunu görmeyende yoktur heralde. Cemaat tam anlamıyla ‘evlilik vaadiyle kandırılıp kenarı atılan kız’ modunda. Kullanıldı, atıldı. Haa birde şu ayakkabı kutusu olayı…

Navigate