Şu an inanılmaz hazırım bu yazıya. Arkaya bir milli marş listesi açtım, elime Türk bayrağı alıp sokaklara dökülecek, avazım çıktığı kadar bağıracak milliyetçiliği hissediyorum içimde. Bu milletin, bu tarihin bir parçası olmanın en güzel yanı bu bence, öyle yalandan, samimiyetsiz bir birliktelik değil bizim yaşadığımız. Tamam farklılıklarımız var, görüş ayrılıklarımız aşikar. Belki ırkımız, şivemiz, kültürümüz, yetiştirilme tarzımız, her şeyimiz bir diğerimizden başka. Ama bir noktada, o bayrağın altında öyle güzel tek yumruk oluyoruz ki insan ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ sözünü ciğerlerine dolan nefeste, damarlarında dolaşan kanda bile hissediyor. Farklı olan her yanımızı yok eden bir güç, temeli tam 100 yıl önce bugün atılan, sönmeyen bir ateş söz ettiğimiz. Gözümü kapatıp hissetmeye çalışıyorum. Hani bir düşününce, şimdi küresel bir krizin eşiğinde bile ne kadar yorgun, ne kadar umutsuz kalıyoruz yaşadığımız zorluklar karşısında. Peki ya o zaman? Tükenmiş bir millet, yıkılmış bir imparatorluk var ortada. O enkazın içinden bir adam çıkıyor ve…