Uzun zamandır yazışamadık, ee tabi bende durumlar bir hayli yoğun olduğundan yazdıklarımı düzenleyip yayınlamaya hiç fırsatım olmadı. Muhtemelen sitenin taslak kısmını görseniz, beni yayınlamadığım her yazı için küçümser bir eleştiriyle üzersiniz. Ama işte özel hayat, iş telaşı, kafa yoğunluğu derken kalemimden çıkan şeyler gözüme çok pasif görünmeye başladığından yayınlamak yerine kendime saklamayı tercih ettim. Ancak yazmadığım dönemde istatistiklerde yarattığınız değişim dikkatimi çekti. Neden bilmiyorum dönüp dolaşıp ‘Bir Tutam Aşk’ kategorisini okuyorsunuz. İflah olmaz bir aşk bağımlısı gibi yazdığım her yazıyı durup durup okuduğunuz için bu kategoriye bir güncelleme yapma zamanının geldiğini hissettim.
Çünkü zaman geçiyor, ben değişiyorum, düşüncelerim farklılaşıyor. İki ay önce hissettiğimle şimdi düşündüklerimin arasında bile bir uçurum açılıyor. Günlük tarzı bir blog tutmanın olumsuz taraflarından biri de bu. Yıllar önce, o an hissettiklerinle yazdığın bir yazıya bir eleştiri geliyor, ‘Ama ben onu yazdığımda çok küçüktüm, şimdi öyle düşünmüyorum ki’ diyemiyorsun. O yüzden yazarı, eski cümleleriyle değil, güncellediği yazılarla yargılamaya çalışmanız lazım. Dönüp 2015 yılında aşk üzerine yazdığım bir yazı için okuyucularım tarafından eleştirildiğimde bazen ‘Ee o zaman yazıyı kaldırsana’ gibi bir tepkiye de maruz kaldığım oluyor. Ama bunu yapmıyorum, neden yapayım? O zamanki Ece öyle düşünüp, öyle hissediyordu. Hepiniz gibi, benim düşüncelerimde büyüdükçe, yaş aldıkça ve tecrübe ettikçe değişiyor. Tek fark benimkiler eleştirebileceğiniz bir yerde kayıt altında, yorumlamaya açık bir şekilde bekliyor. Neyse, bu öyle sürüp giden, blog yazarından bir kaç sitemdi. Şimdi gelelim konumuza. Herhalde Bir kahve‘den sonra aşkı hiç olumlu tarafıyla yazmadım. O dönemden sonra hep olumsuz yüzüyle uğraştığımdan olabilir. Ee zaman geçti, aşık olma düşüncesi bile beni heyecanlandırmaya yetecek bir pozisyona geldi, öyleyse sağ baştan yeniden anlatayım; Aşk neydi?
Hiçbir zaman bilimsel bir açıklama yapmadım bu blogta ama sonuçta bu hem fizyolojik hem psikolojik bir olay. Hormonlar, duygular, arzular hepsi birbirine karışıyor, hayatımızın altı üstüne geliyor. O yüzden önce aşkın psikolojik tanımıyla başlayalım. Psikolojiye göre aşk, kişiden kişiye tanımı ve yaşanma şekli değişen yoğun duygu durumudur. Ama özünde bu bir cümleyle tanımladıkları şey üzerine kitaplar yazıp, hala anlatamadığını inanan bir sürü yazar var. Bence aşkın temelinde ilk ve son etkisi var. Yani bir insanı zamanla sevebilirsiniz ama aşkta durum böyle değildir. Nasıl ki bir film kendisini sonuna kadar izlettirmek için iyi bir ilk sahneye, bittikten sonra aklınızda kalmak ve adından söz ettirmek için etkili bir son sahneye ihtiyaç duyuyor, aşkta öyle. Aşkta fizyolojik ya da duygusal tüm etkenlerin yükselmesi için iyi bir ilk görüşe, ömrünüze ‘Ben aşık oldum’ algısını kazıyabilmek için etkili bir son görüşmeye ihtiyaç var. Aradakiler yalnızca aşkın inişli çıkışlı temposu üzerinde geçip giden anılar. Peki bu ilk ve son etkisi hayatımızda yalnızca bir kez mi karşımıza çıkar? Aslında herkesin dilinde olan bu sorunun cevabı aşkın psikolojik tanımının içerisinde var.
‘İnsan ömründe kaç kez aşık olabilir?’
Şunda bir anlaşalım. Bu soruya kendinizden başka kimse cevap veremez. Psikolojinin de söylediği gibi aşk özünde kişiden kişiye tanımı ve yaşanma şekli değişen yoğun duygu durumu. Yani cevap sensin, cevap aslında olduğu gibi senin kişiliğin. ‘Aşk bir kere yaşanır o da 17 yaşındadır’ cümleleri tweetliyor, ‘Ben ömürde bir kez aşık olma hakkımı kullandım‘ tarzında şarkılar paylaşıp rakı masalarında ağlamaklı oluyorsunuz. Evet sevgi ayrı, aşk ayrı. Tamam kabul, belki söylendiği gibi şansımız milyonda bir ihtimale bağlı. Ama bu, bir, iki, üç ya da hiç diye sınırlandırabileceğimiz bir şey değil ki. Joker mi bu Allah aşkına ‘Ben aşık olma hakkımı kullandım, bitti’ diyerek hayata at gözlüğü takarak devam ediyorsunuz. Hayır bunu defalarca yaşayabilirsiniz ya da belki hiç yaşayamazsınız. Hormonlarınız, doğru yerde doğru zamanda olabilme şansınız. Denklemin ögelerini bilemem, bu tamamen size bir de muhtemelen kaderinize yön veren seçimlerinize bağlı. Aslında aşk tamamen bireysel bir duygu durumu. Düşünün ki, kişisel iki duygu karmaşası, bir düzlemde çatışıp duruyor. Bence benim tanımım psikolojinin tanımından daha gerçekçi oldu.
Bir kere, aşkı dolu dolu yaşadıktan sonra yeniden sevebilme, güvenebilme ihtimalimizin oranı uzmanlara göre daha düşük, ben onların yalancısıyım. Çevremde ben de dahil kiminle bu konu üzerine bir sohbet açsam hepsi ‘Aşık olamıyorum, sevme yeteneğimi kaybettim galiba, yapamıyorum’ diyor. Gelin bu durumu en bilimsel açıklamasıyla ünlü psikanalist Kernberg’den dinleyelim. Kernberg’e göre sevme yeteneğimiz, özünde gelişmişlik düzeyimizi temsil ediyor. Temelde aşık olma eğilimimiz ve ilişkisel süreklilik yeteneğimiz, duygusal kapasitemiz, derinliğimiz ve olgunlaşma düzeyimiz ile ilgili.
Kernberg’e göre sevme yeteneğinin bağlı olduğu durumlar;
- Sevme beceriksizliği: Cinsel sevginin de dahil olduğu bir ilişkideki beceri eksikliği. Kişi kendisiyle o kadar meşguldür ki, yakın ilişkiyi farkında olmadan engeller. Bu durumda algısal, güdüsel ve duyusal bozulmalara rastlanabilir.
- Rastgele cinsel ilişkiler: Genellikle cinsellik odaklı, gelişmemiş gerçek yakınlığın olduğu ilişkiler. Bu durumda kişi, yakınlık kurabilme yetisine sahiptir ancak kişisel doyumuna odaklanmaktan ilişkisel yakınlığa geçemez.
- İlkel idealizasyon ve çocuksu bağımlılık: Kişi sevdiği kişiyi tamamen idealize etmekle reddetmek arasında gelip gider. Bu durumda ilişkisel ve duygusal tutarsızlık, düşüncesizce hareket etme, ya da tam tersi bağımlılık söz konusudur.
- Tam cinsel doyum almaksızın istikrarlı ilişkiler kurma becerisi: Cinsel tatmin olmaksızın ilişkinin devam etmesi. Bu durumda kaygı ve çatışma içselliğiyle tetiklenen savunma mekanizmalarının cinselliği olumsuz etkilemesi söz konusudur.
- Sağlıklı bir cinsellik ve ötekine karşı duyarlılık içeren derin yakın ilişkiler: İlişkisel olgunluk seviyesi. Bu durumda fiziksel ve duygusal olarak olumlu seyreden ilişkilerde olgun yakınlığı kurmak mümkündür.
Tüm bunlara bakınca aslında ben hala neden aşık olamadığıma dair kendime sorduğum bütün soruların cevaplarını bulabiliyorum. Bir de galiba bu aradıkça bulabildiğin bir şey değil, sevgi belki öyle ama aşk başka. Sevgide anlayışı, saygıyı, mantığı bir kenara fırlatıp atmadığından o kriterlerinin ışığında, uygun bir çok aday çıkarabileceğin bir duygu. Aşkın arayışı ise imkansızlıklarla dolu dipsiz bir kuyu. Ama Kernberg’in sevme yeteneğine bağlı durumlarını aştıracak, o ilk ve son etkisini yaşatacak bir insanla karşılaşınca, aslında o değil, sen hazır olunca her şey bir anda ve bir anlığına toz pembe olacak.
Sonra aşkla birlikte gelen nefret, kıskançlık, şehvet ve kendinden daha çok önemsemek.. Dünyan tersine dönecek, kahkahalar kadar gözyaşı da hayatında yer edecek. Ama işte, iflah olmaz olduğumuzdan, aşka aşık hallerimizin yoğun heyecanından öylece bu duyguyu bekliyor hatta bence aramaya devam ediyoruz. Arayışımız sürdükçe, umutsuz bir çıkmaza sürükleniyoruz. Sanki karşımıza çıkan her insan o olabilirmiş gibi hissediyor, yoldan geçip giden birini durdurup ‘Müsaitseniz size aşık olabilir miyim?’ demek istiyoruz. Bu yüzden belki de kaçıyor bizden.
O ilk karşılaşmada çalan şarkı, gülümsemesinin saçtığı ışık, birlikte olabilme ihtimalinin verdiği heyecan ve ne olursa olsun elde etmek için yapabileceklerimizin cesareti.. Hepsi seninle ilgili, bu yüzden aşkta bir şeyleri değiştirmek istiyorsan buna kendinden başla. Zaten içinde olan o duyguyu, sakladığın yeri hatırla. Sonra bir bakmışsın aşk kapıda!